BEDEVİLER ÖZELİNDE MÜSLÜMAN ZİHNİYETLERİ-2
Üç hafta önce başladığımız bedevi olarak tarif edilen insanların, ayetlerde anlatılan inanç şekillerini incelemeye çalıştığımız yazımızın bugün son bölümündeyiz. Bu yazımızda Bedevi sıfatına haiz insanların, aynı toplum ve şartlar içinde olmalarına rağmen övülme sebeplerini önceki yazılarımızda değindiğimiz insanların inanç durumlarını mukayese ederek, inşaallah konuyu noktalayacağız. Tevbe suresi 99 ayetinde Allah-u Teâlâ ‘’Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, (hayır için) harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (harcadıkları mal, Allah katında) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir’’ buyuruyor.
Yukarıdaki ayete önceki ayetler ile birlikte baktığımız zaman Allah Teâlâ bedevi olarak andığı bu insanlar üzerinden kıyamete kadar geçerli olacak birçok mesajı insanlığa ilettiği görülecektir. Ayetleri birlikte düşündüğümüz zaman, hedeflerinden birisinin, inancın şekillenmesinde rol oynadığını düşündükleri etkenlere ait yanlış inanışları ve düşünceleri izale etmek olduğu görülecektir. Çünkü bedeviler üzerinden vurgu yapılan insan tipolojilerine baktığımız zaman, hepsinin aynı zemin ve şartlar içinde yaşamalarına rağmen farklı inanç zihniyetini benimsediklerini görüyoruz. Bu durumda bize inanç noktasında Allahın koyduğu sünnetullah’ı anlamak kalıyor.
Ayetlerin bize verdiği en önemli mesaj; bir insan nerede ve nasıl yaşarsa yasasın, istedikten sonra kendisini yaratanı tanıma kapasitesine sahiptir. Çünkü bilgi olmadan seçme özgürlüğü olmayacağı gibi sorumlulukta yoktur. Allah-u Teâlâ ahrette herkesi hesaba çekeceğini söylediğine göre, buda demektir ki; öyle veya böyle tüm insanlık kendinin neden yaratıldığını ve sonu hakkında bilgi sahibi olmuştur ya da ölmeden önce tercih yapabilecek bilgiye sahip olacaktır(41/53). Yoksa Allah-u Teâlâ’nın adaletinden söz edilemez.
Bedevilerin konu edildiği ayetlere baktığımız zaman, şu ilkelerin öne çıktığını görürüz. Birinci ilke: Bir insan ister çölde, ister dağda, isterse küfrün ortasında doğsun bu onun için bir dezavantaj değildir. Buna en güzel örnek İbrahim peygamberdir. Diğer taraftan bir kişi ister İslami bir ülkede doğsun isterse ana babası Müslüman olsun isterse Kâbe’nin dibinde yaşasın bu onun içinde artı bir avantaj değil. Bunun en güzel örneği Ebu Talip ve Ebu Cehildir.
Aynı şekilde ayetlerin ifadesi ile hiçbir kavim veya topluluk Allah-u Teâlâ katında değerli veya değersiz değildir. Özel bir topluluk yoktur. Herkes nerede ve hangi bölgede yaşarsa yaşasın yaratıcısı aynı olduğundan bir tarağın dişleri misali kimse diğerinden üstün değildir. Allah-u Teâlâ yanında üstünlük, kendisini yaratıp sonsuz nimetler bahşedeni, Peygamberleri aracılığı ile kitabında anlattığı gibi tanıma ve yaşama gayreti olan takvadır. Bu takvaya ulaşma veya sahip olma herkesin içinde bulunduğu ortamla doğru orantılıdır. Takvanın varlığının ispatı ise öğrenme ve uygulama azmi ve gayretidir(49/13).
Bu teoriyi destekleyen birçok örneği kuran-ı kerimde bulmak mümkün. Bunlardan en barizi ve can alıcı olanı peygamberlerin tevhit mücadelesi ve elde ettikleri sonuçlardır. Kuran-ı kerimde kıssası anlatılan birçok Peygambere inananların sayısı, iki elin parmaklarını geçmemesine rağmen, Allah-u Teâlâ başarıyı mücadele ve gayret süzgecinden değerlendiriyor. Bundan dolayı hiçbir peygamberine niye bu kadar kişi sana inandı ve az inanandan dolayı sen başarısızsın demiyor.
Ayetler bize: Kişi nerede yaşarsa yaşasın inanç noktasında tercih yapıp sorumlu olacak kadar kendisine bilgiyi ulaştırma sorumluluğunu Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu ve kişiler için kavmi veya yaşadığı toplumun imtihan açısından hiçbir şekilde artısı eksisi yoktur. Kişilerin inançları üzerinde her ne kadar birçok etken varmış gibi gözükse de, yukarıdaki ilkelerden ve tercih yapabildiği sürece, tüm sorumluluk kişinin kendisine aittir.