Bugün sizlerle İnönü Üniversitesi sosyal bilimler fakültesi öğretim üyesi Halil İbrahim KARAKEÇİnin 2015 yılında yayınladığı yüksek lisan tezinden konu şeklinde yaptığımız alıntılardan dördüncü bölümünü paylaşacağız.
Tefsir Tarihi kaynaklarında her ne kadar İsrâîliyyâtın Tâbiûn döneminde yoğun bir şekilde tefsire sirâyet edildiğinden bahsedilse de, İsrâîliyyâtın tefsire girişi sahabe dönemine dayanmaktadır. İsrâîliyyât genel anlamda tefsir ve hadise sızmadan önce, İsrâîli kültür cahiliye döneminde Arap kültürüne karışmıştı. Çok önceleri Arap Yarımadasına göç eden ve büyük çoğunluğunu Yahûdîlerin oluşturduğu Ehl-i Kitaptan bir grup cahiliye döneminde Arapların arasında yaşamaktaydı. Yahûdîler Arap yarımadasına göç etmekle kalmamış, dini kitaplarına dayalı kültürlerini, bunların şerh ve yorumlarını keza peygamberlerinden ve hahamlarından nesilden nesile kendilerine aktarılmış olan bilgi ve kültürleri de yanlarında getirmişlerdi.
Araplar Kuranın bize haber verdiği üzere, kışın Yemene, yazın da Şama olmak üzere iki yolculuk yaparlardı. Yemen ve Şamda pek çok Ehl-i Kitap bulunmaktaydı. Bunların çoğunluğunu ise Yahûdîler teşkil etmekteydi. Tabii olarak, buralara yerleşen Yahûdîler ile Araplar arasında karşılıklı görüşmeler, konuşmalar oluyordu. Hiç şüphesiz bu karşılaşma ve görüşmeler Yahûdî kültürünün Arap kültürüne girmesinde önemli bir etkendi. Ancak şunda da şüphe yoktur: O dönem Arapların Yahûdî kültüründen istifadeleri sınırlı ve kısıtlı idi. Araplar ekseriyet itibariyle ümmî bir milletti. Bunun Kur'ân ve hadîste müteaddid ifadelerini bulmak mümkündür: ...Kendilerine kitap verilenlerle ümmilere (Arap müşriklerine) de deki: Siz de İslâm'ı kabul etiniz mi? Eğer İslâm'a girerlerse muhakkak doğru yolu bulurlar. Eğer yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğdir.
O, ümmîler içinde kendilerinden (kendilerine) bir peygamber gönderendir.Yine bir hadiste Hz. Peygamber bir vesile ile: Ben ümmî olan bir kavme gönderildim buyurmuştur.
Şurası bir gerçektir ki, ilim bakımından fazla ilerlememiş olan kişiler yani bir manâda ümmî olanlar, her şeye karşı merak ve öğrenme isteğiyle doludurlar. Hiçbir kimseyi alâkadar etmeyen bazı hususlar icabında onların dikkatlerini cezbedebilir. Her şeyi öğrenmek, her şeyin aslına ermek isterler. Bu psikolojik bir haldir. Bir ölçüde bunu normal karşılamak gerekir. Çoğunluğu ümmî ve saf bir kalbe sahip olan bu yeni îman etmiş kimseler, merak ettikleri bazı şeyleri, evvelce kendilerinden daha üstün tanıdıkları Ehl-î Kitap ve bilhassa yahûdîlere sormaya başladılar. Çok azı hariç onlardan aldıkları cevapları, doğru kabul edenler oldu.
Çünkü Sahabe için Ehl-i Kitaptan olup da İslâma girenler tefsirin kaynaklarından sayılmaktaydı. Kuran-ı Kerimde bir kıssa geçtiğinde sahabe bunun tafsilatını öğrenme meylinde oluyordu. Bu bilgileri almak için de Ehl-i Kitaptan yeni Müslüman olanlara müracaat ediyorlardı. Ancak şu da var ki sahabiler, Ehl-i Kitaptan olanlara her şeyi sormuyor, onların naklettikleri her şeyi de sorgusuz sualsiz kabul etmiyorlardı. Onların sözlerinin doğru veya yanlış olduğunu söylemekten imtina ediyorlardı. Bu davranışlarında Hz. Peygamberin, Ehl-i kitaptan olanları ne red ne de tasdik etmeyin. Allaha ve bize indirdiklerine iman ettik deyin. hadisi şerifinin rolü vardır.
Tabi burada bir hususu özellikle dile getirmeliyiz. O da sahabenin Ehl- i Kitaba ahkâm ve akide ile ilgili hiçbir soru sormadığı gibi Ashâb-ı Kehfin köpeklerinin rengi, Nûhun gemisinin ölçüsü ve yapıldığı ağacın cinsi, Hızırın öldürdüğü çocuğun ismi gibi boş şeyleri de gündeme getirmedikleridir. Daha sonraları özellikle tefsirlerin tedvini ile birlikte Tabiun döneminde bu İsrâîli haberlerin tefsir kaynaklarına fazlasıyla girdiğini müşahede etmekteyiz.(Dördüncü bölümün sonu)