Bugün sizlerle İnönü Üniversitesi sosyal bilimler fakültesi öğretim üyesi Halil İbrahim KARAKEÇİnin 2015 yılında yayınladığı yüksek lisan tezinden konu şeklinde yaptığımız alıntılardan ilk bölümünü paylaşacağız.
Kıssa; kesmek, bir şeyin izini takip etmek, hikâye etmek, birine bir haber veya sözü anlatmak anlamlarına gelen kass ve kasas kökünden türemiştir. Geçmişe ait haberlerin anlatılması anlamında kassa fiilinin kullanılması da, haberleri anlatan kişinin ayak izlerini takip ederek nereye vardığının tespit edilmesine benzetilmiştir. Istılah(dini) olarak ise kıssa:
Yalan ihtimali veya hayalin karışması mümkün olmayacak bir tarzda tarihin derinliklerinde kaybolmuş unutulmuş veya bazı izleri insanlığın hafızasında varlığını koruyabilmiş hâdiselerin muhataplara âdeta olaylara yeniden bir canlılık vererek anlatılmasıdır.
Yeryüzünün etkin unsuru ve öznesi olan insan, yaşamış olduğu geçmişten, karşılaştığı olaylardan ve gördüklerinden yararlanmış; özellikle kendisini etkileyen düşündüren, sevindiren, korkutan olayları kendi derin hafızasına not etmiştir. Zaman zaman bunları hafızasında canlandırarak çevresindekilere de anlatmıştır. Bazen de bunları çeşitli malzemelerle süsleyerek sonrakilere aktarılmasını sağlamıştır. Böylelikle geçmiş ile gelecek arasında bir bağ sağlanmış ve insanlık için ortak bir bilinç ve tecrübe ortaya çıkmıştır.
İlk insan Hz. Âdemden başlayarak, insanlık tarihinin hiçbir aşamasında, yarattığı âlemi ve içindeki insanı başıboş bırakmayan Yüce Allah, elbette bunu yine insanların kendi içlerinden seçmiş olduğu elçiler aracılığıyla yapmıştır. Bir yanı vahiyle diğer yanı beşeri yaşamla irtibatlı olan peygamberler, bu ortak bilinç ve tecrübenin baş aktörleri olmuşlardır. İnsanlığın hafızasında oluşan bu bilinç ve tecrübenin sonraki nesillere aktarımı ve sonraki nesillerin de bu yaşananlardan bir takım ibretler ve dersler çıkarmaları, iyi bir gelecek inşa etmeleri için kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur.
İnsanoğlunun/insanlığın hem dünya hem de âhiret mutluluğunu merkeze alan Yüce
Yaratıcı, göndermiş olduğu ilâhî kitaplarda bunu her zaman emir ve yasaklar silsilesi ile gerçekleştirmez. Bazen kıssa adını verdiğimiz, geçmiş toplumların başından geçen ve sonraki nesillere ibret ve tecrübe vesikası olarak kalan anlatımlarla gerçekleştirir. Bu sadece son ilâhî kitap olan Kuran-ı Kerime has bir durum değildir. Bu durum diğer ilâhî kitaplar için de geçerlidir.
Kıssaların insan ve toplum hayatında bir gerçeklik olarak işgal ettiği yerin yanı sıra, edebi yönü de vardır. Günümüzde edebi türler arasında yaşamdan karelerle birebir örtüşen edebi çalışmaların en gelişeni roman ve hikâye türleridir. Yaşamın en vazgeçilmez unsuru olan insanın her türlü hal ve durumunu zaman ve mekân bağlamında ele alması, sevinçte ve kederde, sağlıkta ve hastalıkta, birlikteliğinde ve yalnızlığında yaşadıklarının resmini bir film karesi şeklinde vermesi açısından roman ve hikâye tarzı önemlidir. Hayatın gerçeklerini bu şekilde vermesinin yanında, roman ve hikâyelerde yüzde yüz olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsalar bile yazar, olaylar arasındaki boşlukları doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebi türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarının şekillendirilmesinde bir takım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Öte yandan Kuran-ı Kerimde yer alan anlatımlara baktığımızda kıssaların, hayalden uzak gerçeği yansıtan olaylar olduğu anlaşılmaktadır. Kurânda bu gerçeği ifade eden âyetler çoktur. Kuran, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kuranın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihi hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kuran-ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir. (1. BÖLÜM SONU)