MAVİ VATAN

  • imsa

Osmanlı Donanması’nın destansı tarihine damgasını vuran Oruç Reis’in zorlu fırtınalara karşı söylediği “Yaşama hakkın, mücadele gücün kadardır” sözünün hakkını bugün adını taşıyan araştırma gemimiz veriyor.

Oruç Reis gemisi 4 yıldır denizlerimizdeki gurur kaynağımız oldu.

Oruç Reis sismik araştırma gemisi Antalyamızın Kaş ilçesine geldiğinde bir anda Türkiye- Yunanistan gerginliği de baş gösterdi.

Malumunuz olduğu üzere daha düne kadar batan ülke konumunda olan ve IMF’den borç dilenen Yunanistan arkasına İngiltere ve Fransa gibi ülkeleri alarak koskoca Türkiye Cumhuriyeti devletine kafa tutmaya kalktı ve cevabını da aldı.

Performansı ile parmak ısırtan Oruç Reis’e geri dönecek olur isek…

1908 II. Meşrutiyet’ten 1923 Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen 15 yıllık süreçte devlet ve millet hayatımızda çok büyük gelişmeler yaşandı.

Bu yüzden, bu yıllarda sürekli 100. Yıl dönümleri yaşıyoruz.

2. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Trablusgarb’ın kaybı, Balkan ve 1. Dünya Savaşları, Çanakkale, Osmanlı’nın yıkılışı, İstiklâl Harbi,TBMM’nin açılışı, Sevr gibi…

O zaman çoğu aleyhimize neticelenen bu süreçlerde tarih de aleyhimize akıp gidiyordu.

Neticede Ağrı Dağı ile Meriç Nehri arasında kurtarabildiğimiz 870 bin km karelik Anadolu topraklarında yaralarımızı sarmak ve hayata tutunabilmek için büyük oranda dış dünyadan kendimizi izole ederek tarihten ve tarih yapıcılıktan çekilmiştik.

Neden mi?

Çünkü bize dayatılan Sevr belasından nice fedakârlıkların ardından Lozan’a razı olarak ancak kendimizi kurtarabilmiştik.

10 Ağustos 2020 itibarıyla Sevr’in 100. Yıl dönümü idi. Millî vicdanın asla kabul etmediği bu metin, zaten hiçbir zaman da uluslararası geçerlilik kazanamadı.

Bir taslaktan ileri gidip anlaşma hüviyetine bürünemedi.

Çünkü taslak metnin muhatabı olan Osmanlı Parlamentosu zaten lağvedilmiş, esir Padişah Vahidüddin Han da tüm baskı ve dayatmalara rağmen Sevr’i imzalamamıştı.

TBMM ise zaten tavrını baştan ortaya koymuştu.

Bizden imza ve onay gelmeyince hiçbir taraf ülke de imza koymadı.

Yunanistan hariç…

Evet, ilginçtir ama Sevr’de imzası olan tek devlet(çik) Yunanistan’dır.

Bu sebeple Sevr devletlerarası hukuka göre bir anlaşma taslağından ileri geçememiştir.

Ne yazık ki, yaklaşık yüz yıldır siyaset meydanlarında ve tedrisatımızda bu paçavra bir “anlaşma” olarak lanse edilerek insanımıza tanıtıldı.

Neticede Sultan Vahidüddin’den de büyük günah keçisi olamazdı.

Vurun kahpeye dercesine “kahrolsun vatan haini Vahdettin” ifadesi Sevr’i temsil etti! 100 yıldan sonra şimdi artık tarih tersine akmaya başladı.

Yavaş ama istikâmetli bir surette tüm statüko değişmeye başladı.

Haksız ve insafsız çizilmiş haritalar geçerliliğini yitirmeye başlarken, Türkiye’nin tarihî misyonunu yüklenmekte oluşunu hep birlikte müşahade ediyoruz.

100 sene önce Sevr’i buruşturup çöpe atan Türkiye, bugün “Mavi Vatan” olgusunu kendi gündeminin ötesine taşıyarak, uluslararası gündem boyutuna getirmeyi çoktan başarmış durumda.

Lozan’da Anadolu’nun istiklâliyetini tanıttırmayı başarmıştık ama kıyılarımıza hapsedilmekten de kurtulamamıştık.

Batı Anadolu kıyılarımızı çepeçevre kuşatan adalar Yunanistan’ın egemenliği altında bizi ana hayat sahamız olan Akdeniz’den uzak tutmayı başarıyordu.

Aksi halde kendini toparlayacak bir Türkiye’nin Doğu Akdeniz hâkimiyeti engellenemezdi.

Bu sebeple Lozan’dan beri kıta sahınlığı problemi ile hem denizde hem havada Adalar Denizi’nde (Ege) harekât kabiliyetimiz sınırlandırıldı. Bu durum uçaklarımızı sürekli “it dalaşı” adı verilen gökyüzü sürtüşmelerine sürükledi.

Merhum Fatih’in İstanbul’un fethinden hemen sonraki yıllarda Adalar Denizi’nde (Ege) ada fetihlerine başlayıp, donanmayı Venedik donanmasıyla baş edebilecek seviyeye taşıması Türk Cihân Hâkimiyetinin de başlangıç noktasını teşkil etti.

Zamanlar ve imkânlar farklılaşsa da coğrafyanın kaderimize etkisi değişmemektedir.

Türkiye’nin yarınları “Mavi Vatan” diye adlandırılan kıyılarımıza iltisaklı denizlerimizde tam hâkimiyet kurabilmemizden geçmektedir.

Aslında bu sürecin ilk ve en önemli adımı 1974-Kıbrıs Barış Harekâtı neticesi adanın kuzeyinde Türklerin yaşadığı bölgenin kurtarılmasıyla gerçekleşti.

Güney sahillerimizde nefes almamız nispeten rahatlarken,Türkiye kendi gücüne duyduğu güvensizlik psikolojisinden de ilk kez sıyrılmış oluyordu.

Kıbrıs Barış Harekâtından beri yaklaşık yarım asrın geçtiği 2020 itibarıyla Türkiye’nin her sahada önlenemez bir yükselişine şahit oluyoruz.

Son 10 yıldır çok sayıda emperyal gücün savaş gemilerinin kaynaştığı bir bölge durumuna gelen Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin duruma seyirci kalmasını beklemek hem akılsızlık, hem haksızlık olurdu.

Milli imkânlarıyla yerli fırkateyn tipi savaş gemilerini yaparak donanma gücünü iyice artıran ülkemizin Doğu Akdeniz’deki hamleleri,Türkiye’yi terbiye etmeye alışmış Batılıların uykularını kaçırmaya yetti.

Hem Libya ile yapılan deniz yetki anlaşması hem de sismik araştırma gemilerimizin faaliyetleri haklarımızı korumaya yönelik kararlı adımlar attığımızı ve kendi gücümüze güvendiğimizi tüm dünyaya ilan etmektedir.

Batının sunî ve şımarık çocuğu Yunanistan’ın telaşı ve dostlarını harekete geçirme gayreti aslında bu adımların daha başlangıç olduğunu anlamakta gecikmediğini ortaya koyuyor.

Çünkü sıranın hukuksuz olarak gasp ettiği Rodos ve 12 Ada’ya geleceğini biliyor. Kıta sahınlığındaki statükonun Türkiye lehine değişmek zorunda olduğunu idrâk ediyor.

Batı Trakya’da işlerin değişeceğini hesap ediyor ve Türkiye karşısında şansının olmadığının farkında!

Fransa dışında diğer Akdenizli Avrupalıların Yunanistan’ın yanında yer almakta mütereddid davranması Yunanlılar için Türkiye ile karşı karşıya gelme seçeneğine şimdilik sıcak bakmadıklarını ortaya koyuyor.

Sürekli olarak ekonomik yükünü çekmek zorunda olacakları bir Yunanistan’ın yanında yer almaktansa, çok güçlenmiş bir Türkiye ile birçok ekonomik işbirliğine gitmek İtalya ve İspanya için daha rasyonel tercihler olarak görünmektedir.

Salgın sürecinden beri AB açısından hayal kırıklığına uğrayan bu iki ülke daha parlak bir gelecek vadeden Türkiye’nin öncülük edeceği Akdeniz merkezli bir ekonomik oluşuma taraftar olmakta tereddüd etmeyeceklerdir.

Şimdi Türkiye kesin bir yol ayrımında kendi dünyasını kurma seçeneğiyle karşı karşıya.

Ya Batının baskılarına boyun eğerek Doğu Akdeniz’de geri adım atacak ve faaliyetlerini askıya alacak, ya da sahada ulaştığı gücünün tesirini diplomasi masasında kullanarak geleceğini kurma yolunda ilerlemeye devam edecek.

Birinci seçenek Türkiye için artık tarihin tozlu raflarında kaldı.

Sevr’in şartları yerini Mavi Vatan’ın geleceğine bıraktı.

Bu süreçte çıkarılacak gerginliklerin askeri çatışma sürecine dönüşmesi düşük ihtimâl.

Türkiye ile sonu belirsiz bir çatışma hiçbir ülke için tercih edilebilir seçenek değil.

Bugünkü Avrupa’nın diplomatik temelleri 1648 Westfalya Barışı ile atıldı.

O günden beri Avrupa ülkeleri kazanma ihtimâli %51’den düşük sıcak çatışmaları rasyonel bulmadığından diplomatik çözümleri tercih etti.

İttifaklar kuramadığı savaşlara da mecbur kalmadıkça girmedi.

Bugün Türkiye’ye karşı bu ihtimâlleri mevcut değil.

Yunan tezleri için ellerini yakmaya kalkan devlet başkanı iktidarının da sonunu hazırlayacaktır.

Bütün bunları hazırlayan ana etken şüphesiz ki, Türkiye’nin artık kabına sığmaz hale gelen ve birbiri ardına gerçekleşen savunma sanayiindeki atılımlarıdır.

Sahada güçlü olmanız masada tuttuğunuzu koparma imkânı sağlar. Dostlarınız artar, düşmanlarınız azalır.

 Şimdi Mavi Vatan’a yelken açma zamanı.

Oruç Reisler, Yavuzlar Türkiye’nin geleceğini inşa ediyor.

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.