İslam tarihimizin altın sayfaları içerisinde Sahabe olarak adlandırılan bir insan topluluğundan bahsedilir. Müslümanların birçoğunun zihninde şöyle bir sahabe anlayışının olduğunu görürüz. Sanki bu insanlar seçilmiş bir insan topluluğu olarak görülür. Bu sıfatı kendi çabaları ile hak etmemiş, Peygamber devrinde yaşama avantajından dolayı hak ettikleri düşünülür. Oysa bu insanların hayatlarına baktığımız zaman birçoğu bu makamı düşe kalka ve gayretleri sonucu hak ettiklerini görüyoruz.
O insanlarda senin benim gibi insanlardı. Bizim gibi yaşadığı çağın sorunları ile boğuşuyorlardı. Yaşadıkları toplumda hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Sahabe dediğimiz bu insanlarda o toplumun birer parçası olması nedeniyle, toplumda meydan gelen sosyal ve ekonomik tüm olaylardan etkileniyordu. Bu etkilenmenin neticesinde bazen insani zaaflarına yenik düşüyorlardı. Zaaflarına yenik düştüklerinde kuran- kerimin inen ayetleri onların hatalarını görmelerini ve düzeltmelerini amaçlıyordu. İşte Kuran-ı kerim günlük hayat içerisinde varlığını devam ettirmeye çalışan böyle bir toplum üzerine nazil oldu. Bu insanlar hata yaptıklarında çok keskin ayetlerle uyarılıyordu. Bu keskin uyarılardan biride hicretin 1. Yılında Medine de inen Cuma suresinin 11. Ayetinde dile getirilir.
Bu olay Cabir b. Abdullah (r.a.), tarafından şöyle anlatılır: "Hz. Peygamber (asm) cuma günü minberde ayakta hutbe okurken Şam tarafından Dıhye b. Halife ya da Abdurrahman b. Avf veyahut da her ikisinin ortak olduğu yiyecek dolu bir kervan geldi. O zaman Medineliler açlık ve pahalılık içinde kıvranıyorlardı. Arapların âdeti gereği kervan şehre davul-zurna ve sevinç naraları içinde girdi. Kervanın geldiğini duyan mescittekiler dışarı çıkıp kervana koştular ve Hz. Peygamberi (asm) ayakta bıraktılar. Yanında sadece on iki kişi kaldı. Cabir (r.a.), ben onlardan biriydim. İşte bu olay üzerine "Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman dağılıp hemen ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki, Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Kuşkusuz Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma suresi/11) ayeti nazil oldu.
Olaya içinde bulundukları kıtlık zamanı penceresinden empatiyle bakarsak, belki birçoğumuz bu olayı makul karşılayabilir. Hele birde bu insanların dinleri uğruna vatanlarından ayrılıp gurbet ellerde olduklarını da düşündüğümüzde evlerine çoluk çocuklarına ekmek götürme endişesinden dolayı böyle davrandıklarını eklersek, birde bu olayın kıtlık zamanı ve ilk kez vukuu bulmasını da göz önünde bulundurursak, davranışı makul görebiliriz.
Allah-u âlem bu insanlar da aynen bizim gibi düşünmüşlerdir. Allah resulünü terk etmeleri ya da yalnız bırakmalarının ardında hiçbir art niyetlerinin olmadığı kesindir. Bu şekilde davranmaları insani bir endişe olan geçim endişesinin sonucudur. Oysa gerek bizim gerekse onların meşrulaştırmak ya da suçu hafifletmek adına ürettiğimiz mazeretleri Allah-u Teâlâ indirdiği ayetle tastık etmediğini görüyoruz. Gökteki yıldızlar mesabesinde denilen bu insanlar bir kereliğine dahi olsa Allah resulünü yalnız bırakmaları karşısında şiddetli bir şekilde uyarılıyorlar.
Biz Müslümanların hayatına baktığımız zaman bırakın bir kereyi her gün Allah-ı ve resulünü terk ediyoruz. Bunu da başta geçim endişesi, çoluk çocuk üzerinden ürettiğimiz onlarca mazeretin arkasına sığınarak yapıyoruz. Başta Kuranı kerim olmak üzere Allah resulünün azgından övülen bu insanlar bırakın namaz kılmamayı sadece bir kerecik cuma hutbesini dinlemedikleri için bu hitaba maruz kalıyorlarsa Müslüman’ım diyipte namazsız kuransız olanlara, Allah-u Teâlâ ahirette nasıl hitap edip ve davranacak düşünmek bile istemiyorum.