Altı Temmuz tarihinde yine bu köşede DUVARDAKİ DELİK, DELİLER VE BİZ adlı bir makale kaleme almıştım. Bu makale abesi suresi çerçevesinde İslami tebliğ hareketinde gördüğüm bazı yanlış çalışmalar üzerine eleştirisel bir yaklaşımı içeriyordu. O yazımda tebliğ yapma konusunda iki konuyu eleştirmiştim. Birincisi cemaatlerin hep aynı kitleye hitap etme konusunda, birde dinini öğrenmek istemekten imtina eden kişilere tebliğ yapılmanın yanlışlığı üzerine yazmıştım. Daha sonra Diyanet ilmi dergisinin 49. Cilt 1.sayısında Dr Abdülkadir ERKUTUN DİNE DAVET METODU AÇISINDAN ASHABU’S-SEBT KISSASININ TAHLİLİ ADLI makaleyi okumak nasip oldu. O makaleyi okuyunca Kuran-ı kerimin bütünlüğünü dikkate almadan yaptığım tespitin birinin yanlış olduğunu gördüm. Hem bu yanlışı düzeltmek hem de konuyu daha iyi anlatabilmek adına yazıdan alıntılar yapacağım.
Ashabu’s-Sebt kıssasına en geniş şekilde Araf suresinde yer verilmektedir. Kıssa Bakara suresinde iki ayetle, Nisa, Maide ve Nahl surelerinde de birer ayetle yer almaktadır. Ashabu’s-Sebt kıssası ile ilgili rivayetler genel olarak İbn Abbas (v.68/687) kanalıyla gelmektedir. Rivayetlerdeki farklı anlatımları bir kenara bırakıp ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse, bu topluluk sahil kıyısında Eyle adında bir beldede yaşıyordu. Allah onlar için cuma gününü ibadet günü olarak belirlemişti; fakat onlar bunu cumartesi ile değiştirdiler. Hz. Musa onları bu işten nehyettiyse de onlar bunda direttiler. Sonunda onlar için cumartesi günü belirlendi; o günde çalışmaktan, yasaklanan şeyleri yapmaktan nehyedildiler. Fakat cumartesi geldiğinde bütün balıklar orada toplanıyor, cumartesi geçtiğinde ise oradan ayrılıyorlardı. Bunun üzerine bu şehir halkının bazı sakinleri Allah’ın emrini ihlal ederek bu imtihanı kaybettiler. Yukarıda anlatılan işleri yapanlar kıssanın birinci grubunu oluşturuyorlar.
İkinci grubu oluşturanlar ise Müslüman olup bu insanları belirli bir müddet uyarıpta sonuç alamayan ve tebliğden vazgeçen insanlardır. Bu gerçek Araf suresi 164. ayetinde “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dile getiriliyor. Bu kişilerin onların zulümlerine ortak olduğu söylenemez. Zira “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” sözü onların bu günahı işleyenleri şiddetli bir şekilde ayıpladıklarına delalet etmektedir. Bu ifadeden, onların cumartesi yasağını ihlal edenlerden hoşlanmadığı, bu günahlarından dolayı Allah’ın onları helak edeceğini bildikleri anlaşılmaktadır. Onlar bu kişilere öğüdün fayda vermediğini görmüşlerdir
Ashabu’s-Sebt kıssasında yer alan insanların üçüncü grubu ise, muhataplarının olumsuz tavırlarına rağmen, davete devam etmektedirler. Onların bu tavırları karşı grubun ağzından şöyle ifade edilmektedir: “Allah’ın helak veya azap edeceği bir kavme niçin öğüt (vaaz) veriyorsunuz?”. Bu topluluğun, önceki grubun “Niçin davet ediyorsunuz?” sorusuna cevap sadedinde söyledikleri şu cümlede bu iki duygu açığa çıkmaktadır: “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz).” Buna göre bu topluluk davet görevinin farz olduğuna inanmaktadır. Bu görevi yerine getirip getirmedikleri konusunda muhatap olacakları sorgu, ayıplama ve tenkit karşısında Allah’a karşı mazeret beyan etmek ve belki hatalarını anlar, düzelirler umudu ile davete devam etmektedirler. Dolayısıyla davete devam edenler, soru sahiplerine cevap sadedinde söyledikleri “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, (öğüt veriyoruz).” cümlesi ile, faydası olmayacağını bilse bile davet sorumluluğunun kişiden düşmeyeceğini ifade etmektedirler. Çünkü sonuç elde etmek davetin şartlarından değildir. Bu vesile ile KULUNUN YANLIŞINI DÜZELMESİNİ SAĞLAYAN MEVLAYA SOZSUZ ŞÜKÜRLER OLSUN.