Türkçemizde hepimizin bildiği alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste diye çok güzel bir atasözü vardır. İnsanlık tarihinin geçmiş sayfalarına şöyle bir göz attığımızda mazlum olarak adlandırılan gruba giren birçok canlı sayabilir. Bu zulüm görenlerin ilk sırasında kadınlar olmak üzere zenci insanlar ve hayvanlar geldiğini görürüz. Bu üç grubun gördüğü kötü muamele ve zulüm insanlık tarihi kadar eskidir.
Bu haftaki yazımızda üç gruptan zulüm görenlerin başında gelen Kadının, krallığa giden hikâyesine değineceğiz. İnsanlık(erkek) tarihi Yaratıcıya rağmen başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere birçok inançta kadın ikinci sınıf bir varlık olarak görülmüştür. Yahudilikte kadın; ikinci derecede bir insan olmanın yanında. Erkeğin eşyası olarak görülür. Tevrat’ta ise kadın, şehvet veren, erkeği yok eden bir sinsi bir kimse olarak tarif edilir. Ayrıca kadın 3 adımda erkeği alçaltıcı ve kayıtsız şartsız onurunu zedeleyen bir varlık olarak tanımlanır
Hıristiyanlık dünyası ise, Yahudilik dininden oldukça etkilenmiştir. Çünkü Yahudilikte kadın için olan tutum ve inançlar Hıristiyanlık dünyasında da hemen hemen aynı idi. Aziz Paul, eski Ahit’te yazılmış bir mektupta şöyle demektedir: “Erkek kadının değil, fakat kadın erkeğindir, kadın erkek için yaratıldı, fakat erkek kadın için yaratılmadı” (Gospel, First Epistle of Paul).
Kur’an-ı kerim ise kızlar canlı olarak gömüldüğü, Yahudi ve Hıristiyan inançlarının kadın anlayışının daha kötüsünün hâkim olduğu bir beldeye inzal oldu. Bu şartlar içinde nazil olan İslam zamanla o toplum hâkim olan kadının statüsünü yeniledi. En başta kadın ve erkeğin bir biri için yaratıldığı vurgulanırken her iki cinsin Allah katında eşit olduğu ilkesi kondu. Böylelikle Allah resulünün vefatına kadar kadın toplumun bir parçası olması sağlandı. Her ne kadar İslam’ın gelmesi ile kadınlar bir nebze olsun nefes almış ise de Allah resulünün vefatından sonda Allah-u Teâlâ tarafından verilen haklar erkekler tarafından yavaş yavaş ellerinden alınmıştır. Bunu da İslam’la hiçbir ilgisi olmamasına rağmen İslam adı altında yapmışlardır.
Zaman içersinde kadınların verdikleri büyük mücadeleler sonuncunda rüzgar terse dönüp ipler kadınların eline geçmeye başlamıştır. Rüzgârın kendi lehlerine döndüğünü gören kadınlar işin içine biraz duygusallık, birazda olayları abartarak kendilerine yapılan zulmün intikamını almasını sağlayacak oluşumlara kapı aralamışlardır. Bu konuda en büyük zaferleri ise İstanbul sözleşmesi adı ile meşhur hükümleri birkaç ülke hariç kabul ettirmiş olmalarıdır.
Bana göre İstanbul sözleşmesi ülkemizdeki kadınlar açısından iki manadan başka bir şey ifade etmiyor. Biri; yıllardır gördükleri zulmün intikamını almalarına kapı aralaması bir diğeri ise; kölelikten geçici krallığa yol açmasıdır. Bu sözleşme ile kadınlar statü atlamanın yanında dokunulmazlık zırhı da kazandılar. Bu iki kazanım sayesinde yıllardır erkekler tarafından gördükleri zulmün intikamını yaş kuru demeden, herkesten alabileceklerdi. Bundan dolayı İstanbul sözleşmesi kadınlar için yılların intikamını almanın önünü açan bir koçbaşından başka bir şey değildi.
İşin icraat boyutuna baktığımız zaman birçok olayın kadınlar tarafından yaş kuru ayrımı gözetilmeden abartılıp suiistimal edildiği bir gerçektir. Lakin bunun böyle olması kadar doğal bir şeyde yoktur. Çünkü yıllardır bu günün gelmesini bekleyen kadınların, bayrama kavuşmuş çocuklar gibi işi abartmalarını da anlamak lazım. Tüm bu gerçekler ışığında, yukarıdaki atasözünü günümüze kısaca şöyle uyarlayabiliriz: Uzun yıllardır ahını aldığımız mazlum kadınlar, 21. Yüzyıl da fırsat bu fırsat diyerek asırlardır yaptıklarımızı kısa sürede bize geri ödettiler ve de ödetmeye devam da ediyorlar. MEN DAKKA DUKKA dedikleri de bu olsa gerek.